Şanlı Peygamber Efendimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurdu. O, her hâli ve hareketi ile ahlak timsaliydi. O’nun izinde yürüyen ecdadımız da her hareketinde O’na benzemeye çalıştılar. O’nun ahlakı ile ahlaklanmayı en büyük saadet bildiler.
Devletin en tepe noktasındaki idarecilerinden, her ünitesinde çalışanlarına kadar ahlak ve fazilet dersleri verdiler.
Bu ahlaki hareketler mekteplerde ders diye okutulmuyordu. Herkese yaşayarak öğretiliyordu. Evde ev ahlakı, komşularla münasebetler, mektep ahlakı, hocaya hürmet, iş ahlakı aklınıza ne gelirse yerinde tatbikatlı olarak veriliyordu.
Şu bir gerçek ki günümüzde, okullarda ahlak ve kültür dersleri ile gence ahlakı veremiyorsunuz.
Her şeyi dizayn etmekte olan ve hayatımızı her alandan kuşatan sosyal medyadaki paylaşımlar, insanımızın ahlaki yapısını gösteriyor. Orada yapılan paylaşımlardan kitaplar yazılacak olsa hepsinin adı neredeyse küfürbazlık üzerine olurdu.
En galiz küfürleri orada serdetmekten utanmayan on binlerce insan var. Bunların anaları babaları eşleri veya çocukları yok mu? Onlar kendilerini takip etmezler mi bilemiyorum. Neticede herkesi, mutlaka en yakınları da takip etmektedir. Nasıl böylesine galiz ifadeleri kullanırlar anlamak mümkün değil. Elbette konu sadece böyle bir ahlaksızlıkla sınırlı değil.
İş hayatı ayrı bir sıkıntı. Herkes malını en fahiş fiyata satma, çabuk köşe dönme, para yığma, lüks hayat sürme girdabına düşmüş. Kimse kimseye acımaz olmuş. Ahlak her tarafta rafa kalkmış bir hâlde.
Geçen hafta da sağlık konusunda yaşadığımız ahlaksız gelişmeler insanların kanını dondurdu neredeyse. Bir kısım hastanelerde doktorların üç kuruş para için yaptıkları akıl almaz işlerdi.
Yeni doğmuş o masum bebelere nasıl kıydılar insanın havsalası almıyor. Hemen herkesin lanet edeceği bu husus bir anda adamların etkili insanlarla fotoğraflarının servis edilmesiyle başka bir yöne çevrildi. Bebeler unutuldu, parti kavgası başladı. “Senin adamın benim adamım” konusu şerefsizliklerin neredeyse önüne geçti!
Şerefsizliğin, ahlaksızlığın partisi pırtısı mı olur kardeşim! Ahlaksız adam nerede olursa olsun ahlaksızdır. Zehir hangi kaba girerse girsin zehirdir…
Dolayısıyla ahlaksızlık bataklığı aslında herkesi ve her meslek erbabını ilgilendiriyor. İşe temelden başlamadan hiçbir netice alamazsınız. Doktorların gerek devlette gerekse özelde aldığı maaşları biliyoruz. Türkiye’nin ortalama belki en rahat geçimine sahip olan bu insanları böyle yollara sevk eden sadece para tamahı mıdır yoksa daha başka konular mı vardır? Neyin karşılığıdır bu?
Kendi çocuklarına böyle yapılsa ne olur diye hiç kalplerine gelmez mi? Bunların kalbi ölü mü?
Oysa bizim ecdadımız kim hangi mesleğe adım atarsa atsın önce iş ahlakını verirlerdi.
Ne yazık ki biz onu hiç vermiyoruz. Sadece işi öğretiyoruz. Diploma vermekle, “Hipokrat yemini” ettirmekle her işi hallettik sanıyoruz. Ahlaksız bir şahsa bin Hipokrat yemininin ne faydası olur?..
Tıp fakülteleri birinci sınıfında temel ders olarak Osmanlı darüşşifalarını, hekimlerini, hekimlerde aranan özellikleri, hekim hasta ilişkilerini her yönüyle okutmak gerek!
Osmanlı hekimleri
Arapça kökenli olan, “hekim” kelimesi ile “hâkim” kelimesinin kökleri aynıdır. Allah’ın isimlerinden (Esmaü’l-hüsna) biridir. Sözlükte “iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek” anlamına gelen hüküm mastarından sıfat olup “hüküm ve hikmet sahibi” demektir.
Tıp bilgi birikimi İslam Medeniyeti döneminde geliştirilerek tedavi sanatı hâlini almış bulunuyordu. Bu mirası devralan Osmanlı hekimleri, öncelikle sağlıklı olmak için uyulması gereken kuralları ortaya koyarak sağlıklı hayatı sağlamaya çalışmışlardır. Buna günümüzde “koruyucu hekimlik” denilmektedir. Şayet tüm tedbirlere rağmen hastalık ortaya çıkar ise, tedaviye başlanırdı. Nitekim Şeyhi-i Dai, bu hususun önemini çok güzel bir nazımla anlatır:
“Marızin olmaya hiç kârı perhiz,
Tabip etmez ilacı ona hergiz.”
Osmanlı’da hekimlerin uyması gereken ahlaki hususlar şöyle sıralanmıştır: İffet (ahlaklılık, namusluluk), tövbe, cömertlik, şecaat (yüreklilik, yiğitlik), tevazu (alçak gönüllülük), emniyet (güvenilirlik), hikmet (bilgelik), doğruluk, hidayet, adalet ve vefa…
Özellikle hekimlerin hikmet sahibi olması ilkesi, diğer tüm ilkeleri de içermesi bakımından önemlidir.
Hikmet sahibi olmak, ruhun olgunluğa ulaşmasıyla mümkündür. Bu ilkenin gereği olarak hekimler, sadece kendi alanlarıyla ilgili değil, İslami ilimler yanında fizik, matematik ve astronomi gibi diğer bilim dallarıyla da yakinen ilgilenmişlerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı’da hekim esasen âlim bir kişi olarak tanınmıştır.
III. Ahmed Han’ın 1729 yılında ilan edilen bir fermanı Osmanlı’da nasıl bir hekimlik anlayışı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Şöyle ki:
“Tabip, Allah’ın kulları olan bütün insanlara deva aramak ve hizmet etmek için tıp bilgisinin çerçevesi içinde tıp kurallarına uygun olarak ve kazanılmış yatkınlıkla hastalara bakmak ve tedavi için ilaç vermekle görevlidir.”
Bütün mesleklerde olduğu gibi tıpta da Şanlı Peygamber Efendimizin; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır” hadis-i şerifi en büyük prensip olarak bilinirdi.
Dolayısıyla hekime verilen tıp sanatı da acılı ve dertli insanlara faydalı olmayı sağladığından, sanatların en şereflisi kabul edilirdi.
Sinoplu meşhur hekim Mukbilzade Mümin, hekimin hasta tedavisini, padişahın düşmanla savaşında silahdarın yardım etmesine benzetir ve silahdarın kullanacağı yanlış silahın padişahın; hekimin vereceği yanlış ilacın ise hastanın yenik düşmesine sebep olacağını şöyle anlatır:
“Hak teala insan bedenini şehristan gibi yaratmıştır. Tabiatı padişah edip, hastalığın mayasını düşman eylemiştir. Hekim ise silahdar gibidir. Cenk içinde birdenbire padişaha düşman irişse, eğer ırak olursa, eline okla yay vere; eğer biraz yakına gelse süngü vere. Eğer daha yakınsa eline kılıç vere; illa bunun tersine olursa, tertip bozulur. Tertip bozulursa düşman yardım alır ve muzaffer olur.
Tabip dahi gerektir kim hastayı tertibiyle düzene soksun. Şöyle kim müshil vereceği vakit istifrağ eyleyecek edviye vermeye, şurup vereceği vakit katı (ilaç) vermeye, katı ilaç vermesi gerektiğinde ise eritilmiş ilaç vermeye.
Böylelikle uğraşıp hastalığın sebebini ortadan kaldırmalıdır. Şayet bunun hilafınca olup tertibe bakılmayacak olursa insan aciz olur, hastalık ilerler, sıhhat hezimet eyler.”
Tıp eğitimine kimler alınmazdı!
“Kambur Vesim” lakabıyla tanınan ünlü astronom ve tabip Abbas Vesim Efendi (v.1760)’ye göre, bazı özelliklere sahip kişilere tıp eğitimi verilmemelidir. Bunlar şu şekildedir:
“Pis ve kirli işlerde meşgul olan; cüzzam ve frengi gibi hastalıklara müptela olan; Allah’a isyan eden, dindar görünmeyi şöhret vesilesi yapan, dinsiz ve sapık inanışlı olanları seven; hürmete layık olanlara hürmet etmeyen; herkesin hâline göre muamele etmesi lazımken makamda ve yaşta büyük-küçük, genç-ihtiyar tanımayan; kendisine teslim edileni, az bir şey dahi olsa, çalan; hal, tavır ve sözlerinde laubali olan ve çabuk öfkelenen.
Şayet öğrenci kabiliyetli bile olsa, çabuk kızıyor ise, onu ıslah etmeye çalışmak beyhude yorgunluktur. Hastalığa ait bir hususu inceden inceye araştırmaya, gerçeği öğrenmeye engel olur. Bu, iyi gitmeyen işlere kızmamak anlamında değildir; kötülükleri giderecek kadar kızmak bir erdemdir, ancak bu durum mübalağalı olmamalıdır… Güleç olmayan, tutuk olan, mahzun yüzlü, kederli olanları hasta sevmez ve iletişime girmez. Özellikle, sert konuşmak yanlışlıklara sebep olacağından bundan kaçınılmalıdır. Yerinde ve güzel konuşamayanın sözü hastaya tesir etmez; hasta, tavsiyelerine ve emirlerine uymaz. Bilmediğini bilir görünüp karşısındakini ahmak ve bilgisiz yerine koyan (hamakat) kimselerden hekim olmamalıdır… Tıp eğitimi almak isteyen genç olmalıdır; 20-30 yaş arası öğrenmenin üstün olduğu devirdir. Bu dönemde anlayış ve idrak en yüksektir; çalışma ve tahsil daha kuvvetli ve üstündür.”
Hekim adayında aranan özelliklerden biri de, yoksul olmama ölçüsüdür. Hekimlik eğitimi ve uygulaması masraflı olduğundan, ihtiyaçlarını karşılamak isteyen yoksul bir hekimde para kazanma amacının öne çıkacağını belirten Abbas Vesim Efendi, “İhtiyaç sahibi hekimler, sözünde ve işinde kendisine uygun/münasip olmayan basit işleri görmeye mecbur kalır” demektedir. Böyle bir durumda hekimin, dolayısıyla da hekimlik mesleğinin halkın nazarında değer kaybedeceği düşünülürdü.
Şu son olayda terör örgütü üyeliğinden hapis cezası almış kişilerin dahi affedilerek doktorluk mesleğine geri dönüşünün sağlanması tarihimizden sıfır ibret aldığımızı göstermektedir.
Bu durumda sağlıkta korkunç çeteleşmelerin neden ortaya çıktığına şaşırmamalıdır! İbret almayan daha büyük belalara kapı aralıyor demektir!
TEFEKKÜR
Ehl-i edeble görüş sen de olursun edîb
Sad-hezâr terbiye etsen bed-asl olmaz edîb
Sünbülzâde Vehbi
(Ahlaklı kişilerle görüş, sen de ahlaklı olursun.
Binlerce kez öğretsen de soysuz ahlaklı olmaz.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
25.10.2024
Türkiye Gazetesi